Uzun zamandır aklımda biriktirdiğim ve dert edindiğim bir konu hakkında yazmak istiyorum. Bana göre estetik eşiğimiz günden güne düşüş gösteriyor. Tasarım anlamında artık bize keyif veren ve gözümüze hoş gelen çok az şey var. Neden bir tasarım kültürümüz (hala) yok denecek kadar az? Bu sorunun yanıtlarını gezilerimden, video, kitap makale gibi eserlerden ve diğer tasarımcı arkadaşlarım ile yaptığım mesleki sohbetlerden elde ettiğim bilgiler doğrultusunda sizlerle paylaşmaya çalışacağım.
Konuya tam olarak nereden gireceğimi bilemiyorum, aslında Sanatın tanımı ile başlayabilirim sanırım. Sanat, en genel anlamıyla yaratıcılığın ve hayal gücünün estetik ifadesi olarak açıklanır. Bana göre de yaratıcılık ve estetik her dönemde sanat ve tasarım anlayışının asıl kilit noktası olmuştur. Lafı fazla uzatmadan ne oldu da estetik ve tasarım kavramları hayatımızdan hızla uzaklaşarak yok olma noktasına geldi biraz sorgulayalım.
Bu sorunun yanıtını bulmak için önce biraz gerilere gitmek gerekiyor. Bunun için de Osmanlı İslam sanatına kadar geriye giderek bir bakmak lazım. Öncelikle yaşantımızda estetik değerleri gündelik hayatımıza sokan bana göre üç önemli kavram var. Mimari, grafik tasarım ve endüstriyel tasarım.
Cumhuriyet Dönemi ve Öncesi Türkiye’de Tasarım
Cumhuriyet öncesi estetiğin temel taşını oluşturan daha çok mimari yaklaşımlar olduğunu biliyoruz. Gerçi günümüzde de gündelik hayatımızdaki estetik olgusunun en önemli unsurlarından biri mimari eserler. Sadece tarihe adını yazdıran büyük yapılar değil, içinde yaşadığımız evler, gezdiğimiz alış veriş merkezleri vb. buna dahil.
Osmanlı döneminin bir çoğunda eşsiz mimari eserler var, bunlar genelde cami, saray, külliye gibi önemli yapıtlar. Grafik sanatları ise çini, hat ve benzeri unsurlardan oluşmuş. Heykelcilik zaten inançlar gereği sakıncalı bir durum olduğu için, dönemler boyu fazla üzerine düşülmeyen bir konu olmuş. Heykel yerine taş işlemeler, sütun ve kubbelerin, sanat eseri sayıldığı uzunca bir dönemin ardından, 1900’lü yılların başlarında II. Meşrutiyet’in sağladığı daha özgür ve rahat bir ortamda modern ve batıya öykünen sanat eserleri ortaya çıkmaya başlamış. Bizim de asıl hikayemiz tam burada ve hemen ardından Cumhuriyet dönemi sanat tarihi ile başlıyor.
Bu dönemde latin harflerine geçiş ile birlikte, gerçekten batıdaki örneklerini aratmayacak kalite ve estetikte grafik tasarımlar ortaya çıkmaya başlıyor. Bu modern akımın mimarı ise İhap Hulusi Görey; Türk grafik sanatının kurucusu, Türkiye’de açılan ilk grafik tasarım sergisinin sahibi, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumsal kimliğinin oluşturulmasında önemli pay sahibi olan bir isim olarak başı çekiyor. Görey yıllar sonra bile hatırlanacak bir çok afiş ve grafik tasarıma imza atmış.
Bu arada mimaride de, yeni Cumhuriyet’in vizyoner mimarları yeni ve modern Türkiye’nin temellerini atmakla meşgullerdi. Dönemin hemen her akımından etkilenen mimarlar başta İstanbul olmak üzere, özellikle büyük şehirlerde Fransız, Alman ve İtalyan mimarisinden etkilenerek eserler ortaya çıkarmışlar. 60’lı yıllar ise daha çok işlevsel ve şehir insanının ihtiyaçlarını karşılayacak yapıları içeriyor. Bunlar gerek modern apartmanlar gerekse devlet kurumları olarak göze çarpıyor. Eski İstanbul Defterdarlığı buna güzel bir örnektir.
Bu dönemin mimarları Art Deco gibi daha köklü akımlardan etkilenerek Ankara Tren Garı gibi eserlere de imza attılar. Resim sanatında da yine batıya öykünen eserler ve sanatçıları görmemiz mümkün. Bu dönem Cumhuriyet tarihinin resim sanatında çıtayı yükselttiği dönem olarak da anılabilir.
1940’lı yıllarda başlayan ajans ve tasarım faaliyetlerinin öncüsü ise Eli Acıman’dır. Günümüz ajans dinamiklerinin temellerinin atıldığı yılların en önemli sanatçıları tipografik yaklaşımları ile Kenan Temizan ve bir çok eşsiz işi olmasına rağmen Türk Hava Yolları’nın uçan yaban kazı sembolünün tasarımcısı Mesut Manioğlu olacaktır.
60’lı yıllara geldiğimizde İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman, Polonyalı ve Avusturyalı sanatçıların işlerinden fazlası ile etkilenen grafik tasarımcılarımız yine en az dünyadaki örnekleri kadar kaliteli işler üretmeye devam ettiler. Endüstriyel mühendislik dalında ise batı ülkeleri yeni nesil bir çok ürün, araç, otomobil, lokomotif ve uçak gibi projelere imza atarken biz daha çok hazır aldığımız için bu uzmanlık alanı biraz arka planda kaldı.
60’ların Sonu Estetiğin Kaybı ve Kaos Mimarisi
Peki biz ne zaman ve daha önemlisi nasıl oldu da estetik değerleri, tasarımı, görselliği kaybeder olduk?
Bu noktada hikaye 60’lı yılların sonunda başlıyor. Çoğunuzun tahmin ettiğinin aksine görsel kültürden uzaklaşmamızın en büyük sebeplerinden biri köyden kente göç dalgası. Aslında Cumhuriyet sonrası İslam sanatından gelen disiplinlere aşina olan sanatçıların, ülkenin her yönden yüzünü batıya çevirmesi ile içten içe yaşadıkları bocalama, bu yıllara gelene kadar homojen bir yapı tutturmayı başarmak tırnak içinde tam olarak batılılaşmak üzereydi. Ancak yazının başında belirttiğim gibi toplumsal estetiğe yön veren en önemli unsurlardan olan mimari, köyden kente göç süresince en büyük darbeyi almış oldu.
70’li yılların sonu bu mimari karma akım büyük şehirlerin değişmez bir parçası oldu. 90’larda yavaş yavaş daha modern yapılar yükselmeye başlarken şehirler modern bina siluetlerinin ardında görünen kakafoni ile baş başa kaldı ve bu durum hala devam ediyor.
Grafikte Estetiğin Sonu: “Hallederiz Abi!” Dönemi
Olumsuz mimari etkiler ile estetik algısı hayli yıpranan ülkemizde 40’larda temeli atılan 1970-80’li yıllarda ise dünya çapında rakipleri ile boy ölçüşebilecek kaliteye ulaşan ajans işleri, o dönemdeki yaratıcı, disiplin ve stil sahibi tasarımcıların yerini, pc kullanabilen ofis programları ile tasarım yapmayı becerebilen genç kitleye bırakması ile bir çöküş yaşadı.
Corel Draw’ı çalıştırabilen hemen herkesin ajans kisvesi altındaki merdiven altı dükkanlarda tabela, restoran mönüsü, broşür işlerine girişmesi sonucu grafik tasarım işlerinde de kalite yerini sıradan işlere bıraktı. Hesaplı olsun diyen iş sahiplerinin isteklerini de,”Eldeki imkanlar bu kadar” şeklinde yanıtlayan grafikerlerin günün sonunu “Hallederiz abi!” ile noktalamaları sayesinde törpülendi, tükendi. Beklenti düştükçe niteliksiz işler daha fazla ortaya çıktı. Niteliksiz işler daha fazla yayıldıkça bu özensiz işler bir akım oluşturdu.
Kaliteli işler çıkaran ajans ve kreatiflerin yüksek bütçelerle iş yapması dolayısı ile sadece belli bir kesimin buna itibar edebilmesi nedeni ile gündelik hayatımıza sirayet eden stilsiz çok renkli, deyim yerinde ise Jan Janlı işler iyi tasarımlar olarak algılanır hale geldi.
Bu topraklarda estetikten uzak bir anlayış içerisinde sıradan bir marketin sıradan bir kahvaltılık rafına göz gezdirmeniz sizi bunalıma sokmaya yeter. Daha iyisini aramak yerine imkanlar bu kadardan gelen grafik tasarım akımı, bugün en nitelikli ürünü bile çöpe çevirecek kadar genetiğimize işlemiş durumda ne yazık ki…
2000’ler Ağaçsız Betonizm ve Renkler Kaosu
Son 15 yılda tüm sosyal alanların ağaçsız düz beton tek tip alanlara dönüşmesinin konunun uzmanı olmasam da şehircilik ve sosyal bilimlere uzak olduğunu düşünüyorum. Aynı dönem Cumhuriyet tarihinin en çok ağaç dikilen dönemi olarak da kayıtlara geçmesine rağmen yeşilden bu kadar uzak bir şehir hayatına başka ülkelerde rastlamak pek mümkün olmasa gerek.
Dev beton tarlaları içerisinde duygusuz bir şekilde yaşayıp gidiyoruz. 90’lardan kalma grafik akımlarının sonraki jenerasyona bıraktığı en kötü miraslardan biri de renkli ve canlı olan görsellerin daha dikkat çekici olduğu algısıydı. Oysa sade ve vurgulamak istenen kavramın ön plana çıktığı görseller her zaman diğer renk ve tasarım karmaşası içerisinde daha ilgi çeken eserler olmuştur.
Tasarımcı, iş sahibi ve kullanıcı üçgenin de her paydaş birbirini negatif yönde besleyerek bugünlere geldik. Enseyi karartmamak lazım, hala Türkiye’de çok iyi tasarımcılar, disiplin, stil ve görgü sahibi profesyoneller var ve işlerini mükemmel yapıyorlar. Bizim sorunumuz sadece sokağa çıktığımızda onları ve işlerini göremiyor olmamız.
Özetle 60’lı yıllarda kırılan estetik görgümüz bugün tamamen yok olmuş durumda. Kalan kırıntılar da kişiselleşmiş artık. Herkesin kendi kafasına göre bir yorumu var. Bütünlüğün devamlılığı sağlanmadığı sürece de böyle olmaya devam edecek. Çözümün eğitimli, disiplinli, liyakat sahibi ve yaratıcı bir tasarımcı, mimar, mühendis neslinin işbaşı yapması olarak görüyorum. Ancak mevcut eğitim sistemi ve mezun olan profesyonellerin profiline bakınca bu pek de mümkün gözükmüyor gibi sanki.
Sırtını, ne tam doğuya ne de tam olarak batıya yaslayamayan tasarım unsurlarımız ile baş başayız. Üstelik dijital dünyanın önümüzden nehir gibi akıp geçen görselliği de hesaba katarsak; kişisel fikrim, sanırım uzunca bir süre daha bu karmaşanın içerisinde esir kalacağız.