Alberto Bobowski, bir savaşta esir alınarak İstanbul’a gönderilmiş, Ali Ufkî adını almıştır. Eserleri arasında bir Türkçe gramer ile o devirde icra edilen ve notaya aldığı Türk Müziği eserlerinden meydana gelen “Mecmua-i Sâz ü Söz” isimli meşhur kitabı da vardı ve Kitab-ı Mukaddes’in bugün kullanılan metninin temeli olan ilk Türkçe tercüme de Ali Ufkî’ye aittir.

350 yıl önce yazılan Mecmua-i Sâz ü Söz’ün temize çekilmiş nüshası Londra’daki British Museum’da, Ali Ufki’nin Londra’daki nüshaya almadığı ve içerisinde notlarının da bulunduğu çok daha kalın müsvedde nüshası Paris Milli Kütüphanesi’ndedir. Ali Ufkî, eserin sonuna bir de mukayeseli alfabe tablosu koymuştur ve 350 küsur sene öncesinden kalan bu tablo eski harflerle Latin harflerini birarada gösteren ilk çalışmalardandır.


Alberto Bobowski’nin karşılaştırmalı Latin ve Türkçe alfabe tablosu.

Osmanlı’da latin harfleriyle ikinci girişim yaklaşık 150 yıl sonra olmuştur.

Fransız ressam ve mimar Antoine Ignace Melling(1763-1831)

Mimarlık okuduktan sonra Osmanlı Devleti’nin Petersburg’daki elçisi tarafından İstanbul’a getirildi. Avrupa’yı sarsan Fransız Devrimi’nin yapıldığı 1789 yılında tahta çıkan III.Selim, saray hizmetinde görevlendirmek için Fransız mimar Antoine Ignace Melling’i, nam-ı diğer Melling Paşa’yı himayesi altına aldı. İlk işi padişahın kız kardeşi Hatice Sultan’ın Ortaköy’deki sarayını restore etmekti. Ancak o günün koşullarında Hatice Sultan ile yüz yüze görüşemezdi. O da düşüncelerini sultana Türkçe olarak Latin harfleriyle kaleme aldı. Hatice Sultan’da Melling’in mektuplarına yine Latin harfleriyle yazılmış Türkçe pusulalarla yanıt verdi.

Melling ile Hatice Sultan arasındaki bu yazışmalar şimdi Fransa’da özel bir kolleksiyonda bulunuyor.

Tanzimat’tan Meşrutiyet’e Alfabe Tartışmaları
Yaklaşık bin yıl, Göktürk, Uygur ve Arap alfabelerini kullanan Türkler 19. yüzyılın ortalarında Türk aydınları, Osmanlı Devleti’nin Batı karşısında geri kalış sebeplerini tartışmaya başladıklarında, askeri ve iktisadi alanlarla birlikte, eğitim sahasında da geri kalmışlığın sebepleri üzerinde durmuşlardır. Bu çerçevede eğitim sahasındaki aksaklıklar ve eksiklikler gündeme getirilirken, kullanılan harflerin Türkçe’yi ifade etmeye yetersiz olduğu, eğitimin yaygınlaşamamasının en önemli sebebinin harfler olduğu hakkında birçok görüş ortaya atılmıştır.

Bu nedenle Tanzimat Dönemi’nde üzerinde en çok durulan konulardan biri eğitim alanında yapılması gereken ıslahat çalışmaları olmuştur. Eğitimin geri kalmışlığı tartışılırken, bunun kullanılan harflerden kaynaklandığı ileri sürülmüş ve bu nedenle alfabede bazı değişikliklerin yapılması gerektiği savunulmuştur.
Yaygın kanı, Arap harflerinden Latin harflerine dönüşün Mustafa Kemal’in modernleşme hamleleriyle ilintili olduğu yolundadır ama Arap alfabesinin reforma tabi tutulmasını ilk dile getiren, son Osmanlı Maarif Nazırlarından Münif Paşa’idi. 1863’te bu sefer Azerbaycanlı yenileşmeci Feth Ali Ahundzade, Sadrazam Fuad Paşa’ya benzer bir teklifte bulundu. 1879’da, Latin ve Yunan alfabelerinden esinlenerek yeni bir Arnavut alfabesi hazırlayan Kamus-ı Türki adlı ilk Türkçe sözlüğün yazarı Şemseddin Sami Bey (Galatasaray Spor Kulübü’nün kurucu başkanı Ali Sami Yen’in babasıdır), benzer bir reformun Osmanlıca için de yapılmasını önerdi.

Sonuç
Tanzimat Dönemi’nde alfabe tartışmaları ilk defa gündeme geldiğinde Türk aydınları, bazı eksiklikleri bulunan Arap harflerinin çeşitli değişiklikler yapılarak ıslah edilmesi üzerinde durmuşlardır. Ancak zamanla bu değişikliğin de fayda sağlamayacağını savunan bazı aydınlar, Latin harflerinin alınmasını istemiştir. Bu görüş Tanzimat Dönemi’nde zaman zaman dile getirilmiştir. Ancak, II.Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte düşünce hayatında başlayan canlanma, kendisini bu konuda da göstermiş ve Latin harflerini savunanlar çoğalmıştır. Bu dönemde Arap harflerini savunanlar, harflerin ıslah edilmesi için bazı cemiyetler kurarak ve eserler vererek çeşitli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu aydınlar, Arap harflerinin eksik olduğunu kabul etmekle beraber, Latin harflerinin kabulüne de karşı çıkmışlardır.
Alfabe değişikliği, toplumların hayatında zor ve az gerçekleşen hadiselerden biridir. Yeni bir alfabenin kabul edilebilmesi için, toplum hayatında köklü bazı değişikliklerin olması gerekir. Bu nedenle Türkiye’de Latin harflerine geçiş, ancak Cumhuriyet döneminde gerçekleşebilmiştir.
Alfabe tartışmaları sadece cumhuriyet döneminde gündeme gelen bir konu olmayıp, Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılın ortalarından itibaren aydınların üzerinde düşündüğü ve çeşitli mahfillerde gündeme getirilen bir konu olmuştur. Dönemin aydınları her ne kadar mevcut alfabede bazı kolaylaştırıcı yazım reformları talep etseler de, Enver Paşa gibi bürokratlar yazımın temel kurallarını da içine alan bazı teklif ve uygulamaları hayata geçirmeye çalışmışlardır.
Cumhuriyet döneminde ise Alfabe değişikliği konusu çok ciddi bir şekilde ele alınmış, kısa da olsa bir hazırlık yapılmış ve kamuoyu desteği sağlandıktan sonra Latin harflerinin kabulü sürecine girilmiştir. Latin alfabesinin kabulü sürecinde Tekirdağlıların ve Tekirdağ milletvekili Cemil Bey’in önemli katkıları olmuştur. Bu kanun teklifinin hazırlanması ve sonrasında kabul edilmesinden önce, kamuoyu oluşturmak ve halkı yeni alfabeye ısındırmak için Mustafa Kemal Atatürk’ün ilk şehir dışı gezinin Tekirdağ’a yapmış olması bu konuya ayrı bir anlam katmaktadır. Bu gezi İstanbul basınında geniş bir şekilde yer almış ve tüm ayrıntıları dönemin gazetelerinde yazılmıştır.
Daha sonra ‘dilde sadeleşme’ çabalarıyla desteklenen yeni harfler, Türkiye halkının okuryazarlık oranlarını nasıl etkiledi? Buna cevap vermek kolay değil; çünkü Osmanlı dönemindeki okuma yazma oranlarına dair elimizde güvenilir istatistikler yok. Bu nedenle sağlıklı bir karşılaştırma yapmak mümkün değil. Bildiğimiz şu ki, bütün çabalara rağmen 1935 yılına ait istatistiklere göre, 16.5 milyon olan nüfusun sadece yüzde 20’si okuma yazma biliyordu. Bu oran 1945’te yüzde 30’a, 1950’de yüzde 34’e çıkabilmişti. 
Aslında bu durum gayet doğaldı. Bir toplumun okuma-yazma oranlarının doğrudan alfabenin kolaylığı ya da zorluğuyla ilgisinin olmadığına dair dünya yüzünde bol örnek bulmak mümkün. Rusya, Yunanistan, Bulgaristan, Japonya, Çin, İsrail, Kore, Sırbistan, Hindistan, Tayland gibi ülkeler ekonomik ve kültürel kalkınmalarını, hepsi Arap alfabesi kadar veya ondan daha zor olan alfabeleriyle başarabilmişlerdi. 
Kemalist modernleşme hamlesinin önemli köşe taşlarından biri olan Harf İnkılabı, toplumun genel kültür düzeyine katkıda bulunmaktan çok, halkın tarihle ilişkisini kesmekte işe yaradı. Böylece geçmişle bağlar, devlet ve devletin istediği tarzda ilgilenen ‘tarihçiler’ tarafından kurulmaya başlandı. Bu tarihçilerin esas işlevleri ise, ‘kozmopolit’, ‘karışık’, ‘Şarklı’, ‘geri’ olarak niteledikleri Osmanlı kimliğinin yerine, ‘etnik açıdan saf, ‘dünya görüşü açısından laik’, ‘Batılı’, ‘modern’ bir ‘Türk’ kimliğinin üzerinde yükselecek Türk-ulus devletini inşa etmekti. Cumhuriyetin ilk yıllarında geçmişle olan bağları zayıflatan bu eylem zaman içerisinde önemli yapıtların yeni türkçe ile yeniden basılmasıyla bertaraf edilmiştir.

Sonuç olarak 1950’lere kadar eski harfleri bilmeyenleri kısıtlayan durum sonrasında eski eserlerin yeni harflerle basılmasıyla büyük çoğunluk için sorun olmaktan çıkmıştır. Alfabe öğrenmenin kolaylaşması milyonlarca erkeğin askerlikleri süresince okur yazar olmasını sağlamıştır. Geçmişi araştrmayı zorlaştırsada çok büyük çoğunluk için hayatı kolaylaştıran bir devrim olmuştur.